Bu yaz Ayvalık’ta…
Gündüzleri kâh biiçde ikoncan misali yan gelip yataraktan, kâh jet ski, kâh banana tepesinde denizi köpük köpük yardıraraktan, kâh parasailing ile gökyüzünde süzüm süzüm süzülerekten… Deniz, kum, güneş, ekşın, adrenalin, macera. Ne ararsan!
Geceleri ise mekânlara akaraktan, içip güzelleşerekten, kurtları döktürerekten, hiçbir şey düşünmeyerekten…
Bi eylendim, bi eylendim!
D e m e k i s t e r d i m.
Lâkin hamakta yatarken bile ip kopar da bir yerimi kırar mıyım diye tedirgin olmaktan keyfini süremeyen insanım ben. Kaldı ki jet skiye, bananaya binip, parasailing ile uçacağım ha? Hahhayt!
Mekânlara akmak deseniz, bir noktadan sonra dımtıs dımtısı kafam kaldırmaz. İçip güzelleşmeyi de bilmem zaten. Müskiratla aram yok. Meşrubat ne kadar güzelleştirirse artık…
Oysa ne iyi olurdu. Arada bir kafam kıyak mesela, fonda şöyle oynak bi hava, o hava ile vız gelsin tırıs gitsin dünya. Ah be!
Elde var biiç… Bir orası işte. İkoncan mavrasını geçiniz, hemen her gün biiçdeydim. Sakinliği ve eve yakınlığı nedeniyle ara sıra gittiğim mahallenin mütevazı plâjı bu yaz biiç olmuş meğer. Biiç olup, üstüne bir de şezlong ve şemsiye ücrete tabi olunca… O küçücük kumsal elimi ne tarafa atsam birine değecek denli doluydu. Demek ki keramet biiç tabelasındaymış.
Küçük yaşta yüzmeyi öğrendiğimden beri hep şahane yüzdüğümü sanırdım. Cık! Öyle değilmiş. Üstüme vazife edinip, gerçekten şahane yüzenleri alıcı gözüyle seyredince kendi stilimi hiç beğenmedim. Fakat o değil de, ağzı emzikli bebelerin bile iskeleden cup cup atladıklarını görünce bozuldum asıl. Ben hiç atlayamadım zira. E, tabii kaç yıl geçmiş böyle iskeleden falan kendimi denize fırlatmayalı, idmansızım. Durduk yere başımıza iş almayalım şeysi yaptım. Yoksa balıklama, çivileme, bombalama, zımbalama, burgulama, ters takla, düz takla… (Yok yok, o kadar da değil)
Kimi günler özellikle vakit ayırarak sokak sokak dolaştım. Ki hep yaparım bunu. Daha önce hiç girmediğim sokaklara girdim. Her an yıkılacakmış gibi duran eski evlerin dibinden hem ilgiyle bakarak hem de kendimi kollayarak geçtim. Yazmışlar duvara zaten, taş düşebilir diye. Ama en çok bir sokak duvarına çakılı tabelayı beğendim. 'Dikkat! Çocuk Çıkabilir' yazıyordu. Arabalara uyarı mahiyetinde. Fotoğraf çektim bol bol. Gözümün gördüğü, canımın istediği herşeyi attım makineme. Zamanı durdurdum.
Bunalınca, karşıma çıkan çeşmelerde elimi yüzümü yıkadım, serinledim. Su ne büyük nimet! 'Su gibi aziz ol' derlerdi eskiden bir bardak su verene. Ben halen diyorum.
Yorulunca, eski rıhtım üstündeki kafelerden birinde aldım soluğu. Deniz kenarı masa mutlaka. Yumuşacık Ayvalık simidi, çay. Âlâ. Yine kefallerle paylaştım simidimi. Küçük balıklar, vay efendim sen yiyeceksin, yok efendim ben yiyeceğim diye birbirleriyle çılgınca kapışırken…
Aniden araya dalan büyük balık götürdü parsayı her seferinde. Hayat gibi.
Cunda adasına gitmeyi de ihmal etmedim. Çok kalabalıktı. Gitmeden olmuyor, gidince bakıyorsun'ep aynı be ya!'
Desem de… Bana aldırmayın. Güzeldir Cunda, gitmeden olmaz. Akşamüstüsü ve gecesi güzeldir en çok. Kordonda yürümek, sokaklarında dolaşmak, aşıklar tepesinden panoramik bakmak, eski kilise kalıntısında tarihi koklamak, çarşısında gezmek, hoşuna giden bişey varsa almak, sıra sıra restoranlardan birinde karnını doyurmak, kızgın yağdan o dakika çıkartılıp şerbete bulanan lokmadan yemek, sakızlı dondurmayı katiyen es geçmemek, taş kahvede çay içmek… Hep güzeldir.
Kimi günler ise Sarımsaklı biiçlerine düşürdüm yolumu. Oralar da sıkış tepişti. Gelenler giderken çöplerini de yanlarında götürseler iyiydi tabii. Bir cezası olsa bunun keşke derken… Kısmetimi seveyim, onca insan içinde arının biri cezayı bana kesti. Of ki of! İğneyi çıkarttıktan sonra eczaneye gidip amonyak sürdürdüm, öyle geçti acısı. Aklınızda bulunsun; oldu ya arı soktu, amonyak bulamayacak yerdesiniz, bedeninizdeki amonyak böyle zamanlar için emrinizde. Kapiş?
Yaz okumalarına ayırdığım bir kitabım vardı. Gıdım gıdım okudum. Kitap beni açmadı sanmayın sakın. Aksine, bayıldım! Bu yüzden işte, hemencecik bitmesin, keyfi uzun sürsün diye… Her seferinde beş on sayfa. Sonra istemeye istemeye kapattım kapağını. Bir okuyuşta bitirirdim yoksa.İhsan Oktay Anar’ın Puslu Kıtalar Atlası adlı romanı efenim. Okumakta hayli gecikmişim ama değdi. Bitirince garip bi hüzün duydum, bir dosttan ayrılıyormuşçasına… Her kitap bitişi böyle olurum.
Eylül başında Kültür ve Sanat günleri başladı. İlk gece Çalıkuşu balesi ile açılış yapılacağını öğrenince ablamla koştuk gittik. Reşat Nuri Güntekin’in ölümsüz Çalıkuşu romanından sahneye uyarlanan gösteriyi Mersin Opera ve Balesi sundu.Türk müziği eserleri eşliğinde kızlı erkekli bale yaptılar, muhteşem bir gece yaşattılar. Bir başka gece yine okumuş olduğum bir kitaptan, Zülfü Livaneli’nin aynı adlı romanından tiyatro oyunu haline getirilen Leyla’nın Evi’ne gittim. Çok beğendim. Bir de Sıla konseri sıkıştırdım araya. Bütün şarkılarını ezbere bilen ve onunla birlikte söylemeye gönüllü genç kalabalığa karşı mesafeli olmasına mesafeliydi ama performansına diyecek yoktu Sıla'nın.
Her gün düzenli yürüyüş yaptım. Minimum iki, maksimum dört kilometre. Doğrusu hiç fena değilmişim yürüyüş olayında. Fakat o güzelim bakir kıyılar boyunca gördüklerim hoşuma gitmedi. İnsanlar (!) oturmuşlar deniz kıyısında, yemişler, içmişler… En çok da içmişler tabii. Sonra bırakmışlar her türlü çöplerini, çekip gitmişler. 'Zıkkım için' dedim gördükçe. 'Ziftin pekini yeyin'dedim. Sinirlendim! Plâjda da böyleler işte. Evrimini tamamlayamamış bir tür dolaşıyor aramızda, net.
Nasılsa yürüyorum, yakıyorum diye akşamları istediğim abur cuburu yemekten kaçınmamaksa en keyifli yanıydı. Kilolarca çekirdek çitledim, dondurmanın dibine vurdum. Fındık, fıstık, çikolata, cips... Allah Allah yani! Ödül oldu adeta. (Göbeğime bakarak bildiriyorum, olmamış ahaha)
Ve böyle böyle bir yaz daha geçti… Eksilttim ömürden.
Kumsallar tenhalaşmaya, yaz sonu hüznü 'geliyorum hazır olun' demeye yüz tutmuşken…
Güneş alerjimin onca koruyucu ürüne rağmen nüksetmesi neticesinde hatır hatır kaşıntılı, patır patır kabartılı, ilaçlı, pomatlı geçen günlerimi saymazsam, kafayı bozacak birşey yaşamadan (memleket ve dünya ahvalinden kafa hep bozuk, o ayrı)...
Tatilimi selametle noktalayıp kürkçü dükkânına döndüm.
Şimdi… 'Tamam, tatildeydin orasını anladık da Hülya nerede peki? Ne alâka?'
Diyorsunuzdur.
Eh, başlığa bakıp satırlarımda Hülya Avşar’ı aradıysanız… Haklısınız.
Ayvalık’a geldiğim ilk günlerde ne yana kulak kabartsam aynı şeyi duyuyordum. Küçük yerlerde haber çabuk yayılıyor. Benim geliş haberim değil tabii, eheh… Hülya Avşar Ayvalık’lıdır malûmunuz, onun. Çocuklardan, gençlerden tutun, kadın sohbetlerine, bakkalından, lâfazan berberine… Çok yerde, çok ağızda şu üç kelimelik cümle vardı:
Hülya Avşar gelmiş!
Otomobiliyle bizim oralardan geçtiğinde iki kez tesadüf edince… Şöyle bi durup baktım haliyle. Harbi güzel kadın. Nasıl bakmayacaksın? Yaşlandı bıdı bıdısı edenler, kadınları yaşıyla vurmaya çalışanlar bi zahmet yürüyüp gitsin, asabımı bozmasın!
Alâkaya gelirsek…
Ayvalık sokakları taşlıktır, yazıyı okutan başlıktır.
O bakımdan.
RÜYA ÇAĞLA
Eylül 2013